Chicago’yu neden sevdim?

img_6248

Eskiden, gittiğim şehirlerle ilgili bulıt bulıt (bkz blogdaki “bulutlar” yazısı) bir şeyler karalardım, hey gidi… Sonra bir şey oldu, neşe, heves kalmadı, coğrafya ve öncelikler değişti. “Yazmasaydım ölecektim” kıvamında bir motivasyonum olmadı hiç ama yazmak ruhuma bu kadar iyi gelirken uzak durmak, iyileşmeye direnen huysuz bir hasta gibi hissettiriyor. Belki bu seyahatle bir şeyler değişir, “Chicago, bana yeniden yazılar yazdıran şehir” diye hatırlarım burayı?

Şehri sevdim çünkü içinden trenler geçiyor; tenha istasyonlar, bazen kalabalık duraklar, rüzgarlı gökdelenler ve nehir var. Yani bir şehri sevmek için bir çırpıda sayabilecek şeyler… Yıllar önce seyrettiğim “Sen Uyurken” filminde ne güzel bir yer diye düşünmüştüm. O filmde mevsim kıştı, bense epey sıcak günlerde gezdim. “Rüzgarlı şehir” ünvanını hakediyor, hava sıcak da olsa bir esinti var. Gerçi “Windy City” tabirinin, siyasi hayatının çok hareketli olmasından kaynaklandığı da söyleniyor. Obama’nın başkanlık kampanyasına başladığı şehir olması bir fikir verir sanırım.

Nehirde mimar bir rehber eşliğinde yaptığımız tekne turu, şehri tanımak için iyi bir başlangıç oldu. 1870’lerde şehrin büyük bölümünü kül eden yangından sonra nasıl geliştiğini, bir şehri sıfırdan kurmanın avantajlarını, ilk gökdelenleri, şehirde mimarinin farklı üsluplarının zaman içinde nasıl ortaya çıktığını görmek güzeldi.

Nehrin hemen kıyısındaki eski, tuğla binalar bana biraz Eskişehir’i hatırlattı. Tam bunu düşünürken tatlı, güzel bir koku alınca rehberimiz yakınlarda bir çikolata fabrikası olduğunu ve rüzgarlı günlerde çikolata kokusunun şehre yayıldığını söyleyince kafamdaki resim tamamlandı. Ve o tatlı kokuyla Eskişehir’deki Eti fabrikasından yayılan bisküvi kokusu birleşip Proust’un madeleine’leri gibi bir zaman yolculuğuna çıkardı.

Gece şehrin en yüksek binasından manzarayı seyretmek, tam dolunay zamanı gökyüzüne bu kadar yakın olmak, Ay’ın Michigan Gölündeki yansımasıyla Boğaz’daki mehtaplı geceleri hatırlamak da bu seyahatten kalan güzel anılara eklendi.

Artık şehri sevdiğimizden mi, bizi burada şahane bir şekilde ağırlayan arkadaşlarımızın “biraz daha kalsaydınız” duası mı bilmiyorum ama dün gece uçuşumuz fırtına nedeniyle iptal oldu. Güneşli birkaç günden sonra yaz yağmurlu bir gün daha geçirmek nasipmiş deyip şikayet etmedik, bakalım rüzgarlı şehrin bize başka hangi sürprizleri var? 😉

Kedi, kar ve dostluk…

snow2

İstanbul’a o kış kar yağıp yağmayacağı hep merak konusudur. “Geçen yıl yağmadı, bakalım bu kış nasıl olacak, yılbaşı gecesi kar var mı?”

Doğu Kıyısında öyle değil, kar her kış yağıyor, mesele ne zaman yağacağı… Yılın ilk karı diye bir şey var, hava durumu günler öncesinden haber veriyor, ne zaman başlayacak, ne kadar yağacak, ne tedbirler alınmalı vs. (İstanbul’da da vardı tabii ama hep “felaket geliyor” tonunda, burada daha sakin, alışılmış ikazlar.) Sonbahar biterken marketlerde Christmas süsleriyle birlikte çuvalla kaya tuzu, boy boy kar küreği (çocuklar için de var) satılmaya başlatınca “işte” diyorsunuz “kış şimdi başladı.”

Yılın ilk karı geçen yıl Mevlit Kandilinde yağmıştı, Manhattan’daydık, “ne güzel kandil hediyesi” diye yürümüştük karla aydınlanan ıssız sokaklarda. Bu yıl da Aralık’ta bir Cuma vakti başladı, iri iri ve sakince yağdı.

Karın her sene yağacağından emin olduğumuz kışlar yaşamak da varmış kaderde… Üsküdar’daki evden ya da Şişhane’deki ofisten seyrettiğim kar yağışlarını hatırlıyorum, nasıl şaşırtıp, sevindirdiğini… Burada da seviniyor insan ama farklı bir duygu sanki, “işte ilk kar yağdı, yine yağacak, belki uzun süre de kalacak”, bir kesinlik var, sürprizsiz ama yine güzel…

snow1

Bu sabah kışın üçüncü karı yağdı, (bir süre sonra saymayı unutur insan herhalde, şimdi yeni ve ilginç geliyor) sabah hafif hafif başladı, sonra hızlandı. Öğlene doğru kaldırımları temizleyen minik kar makineleri göründü, çalışkan çalışkan karları kürediler. Biz de Tebrizi’yle pencereden bir süre kar makinelerini ve pervazlara sığınan güvercinleri seyrettik.

Tebrizi bizim Doğu Yakasındaki ilk evimizin kedisi; tekir, sevilmeye doymayan, oyunbaz bir koca oğlan. (“yine Neolitik ve kedileri” diye göz devirenler, sizi görüyorum.)

tebrizi2

Üsküdar’ı geride bırakıp bir bilinmeze doğru yola çıktığımızda ilk durağımız New York oldu. Daha önce sonbaharda ziyaretine geldiğimiz dostumuz bizi yine birkaç gün misafir etti. Bir yangın yerinden çıkmıştık, neler yaşayacaktık bilmiyorduk ama eve geri dönememe ihtimalini seziyorduk. O çok sıcak yaz günlerinde parkta uzun yürüyüşlere çıkıp iyileşmeye çalışıyor, burada “kediler yok ama sincaplar var” diye avunuyorduk.

Türkiye’de tanıştığımız, Üsküdar’da “bu evde daha önce bir kedi var mıydı?” diyerek, Badem’in varlığını hisseden Tunuslu arkadaşımız da New York’ta yaşıyordu. Tam da o sıralarda yaz tatili için ülkesine gideceği, kedisiyle ve evle ilgilenecek birilerini aradığı haberi geldi. Daha iyi bir zamanlama olamazdı sanırım, kederli bir evi geride bırakıp kedili bir evde kalmak, yine bir evde olma duygusu yaşamak, sarsılmış ruhlarımızı teselli edecekti.

Şimdi beraber kar yağışını seyrettiğimiz Tebrizi’yle işte böyle tanıştık. Ağustos boyunca beraberdik, bol bol oynadık, sevdik, İstanbul’dan kötü haberler aldıkça yaşadığımız üzüntü ve kederi Tebrizi’yle unuttuk diyemem ama etkileri biraz olsun hafifledi sanki…

Sonra yaz bitti, o yüksek tavanlı, geçmişin zarif çizgilerini taşıyan eski apartman dairesini geride bırakıp başka bir şehre, başka bir eve doğru yeni yolculuğumuz başladı ama Tebrizi ve Doğu Kıyısındaki ilk evimizle bağımız kopmadı. Tunuslu arkadaşımız kedisinin bizimle çok mutlu olduğunu, müsaitsek o yokken yine evinde kalmamızı rica etti. İki kıştır Christmas tatilinde Manhattan’daki ilk evimize dönüyor, ilk kedimiz Tebrizi’yle buluşuyoruz. Her gelişimizde o yazı hatırlıyor, kedili bir evde olmanın o zor zamanda bize gönderilmiş bir hediye olduğunu düşünüyoruz.

tebrizi1

İnsanın kendi şehrinde yaşadıkları ve şahit olduklarıyla içine düştüğü travma hali, onu sadece ülkesinden değil kalbinden de uzaklaştırıyor. Kalbe yani eve dönebilmek için ise hatırlamaya ihtiyaç var. Tebrizi’yle bir kış daha geçirip, sürpriz olmasa da hep sevinç uyandıran kar yağışını seyrederken, eski kışları ve o zor Ağustos’u hatırlarken, dönüp kalbimize bakıyor ve fark ediyoruz ki kedi, kar ve dostluk bizi evimize, kalbimize geri çağırıyor.

Sevgili Düdük Badem…

11112009729

Sen bizi bırakıp gideli iki yıl oldu. Artık aynı şehirde bile değiliz, sen Üsküdar’da nasılsa ayakta kalabilmiş o güzelim son fıstık ağaçlarından birinin altında, biz çok uzaklarda sedirlerin, meşelerin arasında… Aslında unuttuğumuz filan yok tabii ama bize veda ettiğin Ekim ayının sonu yaklaştıkça daha çok hatırlar olduk seni. Bahçeye bakıp “Badem olsa ne severdi burayı” diyoruz hep, “sincaplara, çeşit çeşit kuşlara gıcık olurdu ama tembellikten kovalayamaz, oturduğu yerden söylenirdi…” 

IMG_1810

Severdin diy mi Bademciğim? Sana bazen böyle seslenirdim, “Bademciğim, günün nasıl geçti? Güzelce yuvarlandın mı biz yokken? Bazen de “Badem!!! Japon şemsiyesini rahat bırak, dayağı yersin!” diye gürlerdim. Olumlu komutları umursamazdın ama hayır’ı dikkate alırdın (genelde). “Hayır, koltuğa şimdi çıkma yeni süpürdüm, git sepetinde yat!” deyince koltuğa dayadığın patilerini indirip, söylene söylene giderdin.

Ne güzel, sen hep konuşurdun, “bana da köfte ver, kahvaltım nerede, taze su koyun, kumumu temizleyin, neden geç kaldınız bu akşam?” Buralarda hiç senin kadar konuşan kedi görmedim, ev kedileri de, sokaklarda tek tük rastladıklarımız da pek sessizler…  

Geçen bir arkadaşımla senden bahsediyorduk, “rahatı yerindedir, orada da melekleri cırmalıyordur” diyip güldürdü beni… Yapma öyle şeyler tamam mı, meleklerle, diğer kedilerle iyi geçin…

Şimdilerde yeniden bloğa yazmaya başladım, Üsküdar’daki evi hatırlıyorum filan ya, nedense zihnimde daha taze olan sensiz hali değil de seninle geçirdiğimiz zamanlar aklımda hep… Oysa senden sonra altı ay daha yaşadık orada, sensiz çok hüzünlü bir kış geçirdik, önceki kışlarda sen iyice yayıldığın için Çiço’yla bir ucuna sığışmaya çalıştığımız kanepe sıcaklığını kaybetti. O gerinerek yatmaya bayıldığın, odadan odaya peşinde koştuğun kış güneşi camlardan eve doluyordu ama sen yoktun.

FullSizeRender (1)

Bazen paralel bir evrende senin hâlâ o evde olduğunu, kırmızı sepetinin içine kıvrılmış, Neo ve Çiço’yu beklerken tatlı uykulara daldığını, namaz sonrası o çok sevdiğin seccadeler üzerine yayıldığını, biz evde yokken Japon şemsiyesinden bir dal indirebilmek için o koca göbeğinle zıpladığını hayal ediyorum. Vapurların o eski büyük vapurlar olduğu, Üsküdar’ın camilerinin anlamını yitirmediği, dostların da birtakım yalanlara kanmayı seçip bizden vazgeçmediği, bunca zulme sessiz kalmadığı bir başka âlem…  

Neyse Bademciğim, ne diyordum? Seni özlüyoruz, Üsküdar’ın da seninle olduğumuz zamanlarını… Kimisi aylardır ağaç görmemiş, ayağını toprağa basmamış, sevdiklerinden zorla ayrılmış dostlarımızı, kardeşlerimizi özlüyoruz bir de…  Onlara olan özlemimizi mektuplara, renkli, neşeli, kedili, kuşlu kartpostallara döküyoruz, hapistekilere mektup yazmanın inceliklerini, neler yazılır, neler yazılmaz onları öğreniyoruz.

Biliyor musun, bu Ekim ayında seni yazıp yazmamak konusunda kararsız kaldım. İçimiz dışımız bu kadar karışıkken, bir iyi, bir kötü haberlerle alt üst olurken, Düdük Badem’e ikinci sene-i devriye yazısı olur mu dedim? Oluyormuş. Anlamışsındır, bu mektup sadece sana yazılmadı, “İçeriye girerken bahar yeni başlıyordu, şimdi sonbahar. Ağaçların yaprakları yeşillendi, sarardı; ben göremedim!..” diyen canım arkadaşım da okur dedim, şimdi değilse de pek yakında…